hâlâ yazıyorum ama buraya değil.

             "9 gündür aralıksız çalışan ve dün çağrı bey'in cumartesi izinlisin demesiyle şenlenen vücudum, bugün sabahtan akşama kadar yataktan çıkmayarak ne kadar da şen bir vücuda sahip olduğumu bir kez daha kanıtladı. oruç kafamla sabah 9'dan akşam 5'e kadar uyudum, uyandım; sonra yine uyudum ve yine uyandım. yapacak işi olmayanları bilirsiniz. tuhaf günler geçiriyorum. hiçbir şey eskisi gibi değil gibi. bunu laf olsun torba dolsun diye söylemiyorum lan. paralel evren hesabı. her şey aynı ama her şey değişik. 
              akşam üzeri insansı hareketlerde bulunmam gerektiğini hissedip bedenimi yataktan kurtarabildim. susuzluktan kafam kafa olmaktan çıkmış, adeta içi su dolu kase görevi görüyordu. başımı ne tarafa eğsem, su orda yoğunlaşıyor ve o yoğunluk tuhaf bir ağrıya sebep olurken, kafa suyum dökülmesin diye gereken özeni göstermeye çalışıyordum. 
nedim amcalara davetliydik akşam, üzerimi değiştirdim ve saat 7buçuk civarı evden çıktım. 
              masa hazırlanırken nedim amcayla salıncakta sohbet ettik biraz. şimdi burda nedim'in hayatımdaki yeri ve öneminden bahsetmeyeceğim. onu ne kadar sevdiğimden de, ama nedim'den yana şanslı olduğum bilinsin.
              saat iftarı gösterirken suyla karnımı doyurmak üzere masadaki yerimi aldım. yemekler yendi, üstüne cila, semaverde çayımız da hazırdı. tüm bu yemek-çay faslı boyunca nedim'in bacanağı feridun'un, beni sevgili oğlu emre'ye ayarlamak için oynadığı oyunlara maruz kalmamsa biraz trajikti. orda öylece oturan bir "avukat hanım"dım ve feridun'un biri anneme imalı bir şekilde "allah hayırlı damatlar nasip etsin.." deyip duruyordu; bizse çayımızdan bir yudum daha alıyorduk. mevzudan annem ve ben dışında herkesin bi'haber olması olayı daha da komik bir duruma sokarken, ben gülmemek için yerdeki taşlar, gökteki yıldızlar gibi başka şeylere odaklanmaya çalışıyordum.
              saat 10 gibi aylin ve ben, nedim amcayla yarım saat sonra her zamanki yerde(!) buluşup yürüyüşe çıkmak için anlaştık ve eve döndük. kırk dakika geçmişti ki, nedim çöp dökmeye çıkmış, ona doğru yürüyen bize bakıyordu. let's go darling diyerek yola koyulduk. hem yürüyor hem de konuşuyorduk. eve farklı bir yoldan döneceğimizi bildiğimden, konuştukça hansel ve gratel'in ekmek kırıntıları gibi, kendimden bir şeyler bırakıyordum yine yerlere. toplamda 6-7 kilometre yürüdük sanırım. malum, sohbete tabi yürüyüşlerde kilometrelerin canı cehenneme gidiyor ve aşklı meşkli muhabbetler, konuşan nedim değilse beni mütemadiyen sıkıyor:
"bazen öyle olur ki, biriyle geçirdiğin 2-3 yıl 100 yıla bedel gelir. o yüzden öyle çok düşünmiceksin. baktın en az bi 2-3 yıl, beraberken mutlu olcak gibisin, git o çocukla." nedim 52 yaşında ve hayata, 22 yaşında genç bir kadının bakamayacağı kadar güzel bakabiliyor.
               eve geldiğimizde saat 12'yi geçiyordu. nedim'e sarılıp ağlamadan geçirebildiğim bir buçuk saatlik zaman aralığı ve ben, bahçede oturmuş, aylin'in yaptığı kahveyi içiyorduk. ağlayamadığım gerçeği şurda dursun, ben düşen tansiyonların kadınıyım; gözden düşemeyen 2 damla yaş kimin umrunda.
               odama çıktığımda, temizlik-ev işi gibi şeylerin kafa oyalamaktaki gücünü bildiğimden, kollarımı sıvayıp gardrobumu olduğu gibi yatağımın üzerine yığdım ve tüm kıyafetlerimi yeniden, tek tek katlayıp, tekrar yerleştirdim dolaba. istemeye istemeye metal heart olma yolunda ilerliyorum derken, bunların hepsi geçiyor ya böyle böyle, ona da ayrı içerliyorum. hissettiklerin hep yalanmış, sahteymiş gibi. sonra gidip başka bir adamı/kadını öpüyoruz hepimiz. unutabilmek bir nimet olduğu kadar, hayatı boktanlaştıran da bir şey.
meğer,
o sepet her daim kolunda, kendi yolunda ilerlerken, bir zamanlar seni az daha zorlasa öldürcek sandığın şeyler için gülümseyebildiğin o an, 
o "lan?.." deyiş, 
hayat o'ymuş işte.

selametle.
G.

22.07.2012
(04:30)"