..

sanırım ironikliğim yüzünden en sonunda kanser olup öleceğim. çünkü karşındaki insanın dürüst olmasını istemek ve aynı zamanda dürüst olduğu zaman söyleyeceklerini duymak istememek gibi gerçeklerle nefes alıyorum her gün.

o yüzden şimdi; siz bakınca dimdik duran, köşeyi dönünce omuzları düşen biri olduğum gerçeğiyle sizleri başbaşa bırakıp gideceğim
sonra da,
her zaman başka seçenekler olmasına rağmen,
kendimi daima 3-5 tanesinin arasına sıkıştırıp yoruluyor olmamla oturup,
bu akşam tek başıma yemek yiyeceğim.
facebookta orda burda gençler çılgınlar gibi bayram kutlarken, benim neden bayraklı, Atatürk'lü fotoğrafım(!) yok dedim.
neden olmasındı yani..
bu bayram da her bayram sabahı olduğu gibi, uçaklar gökyüzünde deli gibi uçarken ve şehrin göbeğinde tanklı gösteriler yapılırken, bununla gurur duyan insanların yanında değil de, (yine) yatağımda mışıl mışıl uyuduğum için kendimi asla affetmeyeceğim.

mükemmel paylaşımlarıyla bayram olduğunu bize gösteren tüm gençlerin baryamı kurtlu olsun.

edit: kulaklığımda Onuncu Yıl Marşı çalıyor, çok coşkuluyum. (!)
çünkü bilirsiniz; savaşlar olur, insanlar ölür, savaş aletleriyle bayramlar kutlanır ama o alınlar hep açıktır.

tema vakfı gibiyim.

''gülşahı sev.''
~aytaç

bu şarkıya 'koşan kız' klibi çekilsin istiyorum.

the last shadow puppets - standing next to me

şarkının ritmiyle koşmak istemem arasındaki ilişkinin matematiksel olarak izahı, bu ikisinin birbiriyle doğru orantılı olmasından ibaret mi bilemiyorum.

bildiğim tek birşey var:
''..but i can't relate to the never ending''
deyişiyle beni benden alışı aynı zamana denk geliyor.

sonrası bildiğimiz gibi:
''and your love
is standing next to me
is standing next to me..''

etipufu çatalla yerim.

şunu dinleyin: the do - on my shoulders

çılgın limon sarısı renginde ufolar görüyorum geceleri.

her şey çok i çiçe giriyor bazen.

rüyamda kalbimi çıkarıp doğradım.
dolunay vardı gökyüzünde; sonra ben kalbimi parçalara ayırırken bir süreliğine gülen yüz oldu,
işte ondan sonra da öldüm.

ölürken hayatının film şeridi gibi gözünün önünden geçmesi olayı doğruymuş,
hala yaşıyor iken söyleyeyim dedim.

5

dört sandalye vardı locada. yer gösteren kız cep fenerinin ışığını Erhan'ın bozuk para dolu avucuna tuttu. bu durmadan sakız çiğneyen kız B.'nin sinirine dokunuyor. Erhan'ın eli yirmi beşliklerle ellilikler arasında kararsız gibi. paltolarını öndeki sandalyelere attılar, oturdular.

-üşüyor musun?
-hayır.

elini tuttu. bu kemikli elin baskısı içinde gittikçe azalan kırgınlığı yatıştırdı. (dışada Erhan sinemaya gitmek isteyince -fakülteden sergiyi görmek için çıkmışlardı- niye önceden söylemedi bunu? diye kırılmıştı. sanki söylese onunla buraya gelmeyecek miydi? demek bir aydır birbirlerini tanıyamamışlardı.) yüreği çarpıyor diye kızgın. ilk defa geliyor locaya. üç gün önce soğuk, karanlık bir arsada saatlerce öpüşmüşlerdi. şimdiye dek bu loca insanlarına hep alay ederek bakardı. neden kendi durumu ona pek önemli geliyor? neden çarpıntısını durdurup kendisiyle alay edemiyor? ışıklar yanınca salondan yana bakmayan bu sinmiş, kızarmış loca insanlarının tedirginliklerindeki gülünçlük.. yoksa o da onlardan mı olacaktı?

Erhan'ın sol kolu omuzlarına dolandı. yüzü yakınında, büyük. dudakları birleşti. sağ eli belinden yavaş yavaş yükseldi, göğsünde durdu. kulakları uğulduyor. ''yüreğimin çarpıntısını duyacak. ne saçma...'' bu el göğsünün hep bir yanını sıkıyor. canı yanıyor ama yine de bu kemikli eli okşuyor.

birden görünmeyen seyircilerin gülüşüyle ürperdiler. bu yapıda film seyredenlerin de bulunması sanki olağanüstü bir şeydi. Erhan içinde ''ceket'' kelimesi geçen bir söz söyledi; sesi boğuk, anlamadı. dudakları yeniden birleşti. şimdi onunkileri tatlı-sert öpen dudaklar dışarda sinemaya girmeyi teklif edenler değil miydi? son günlerde onun içtenliğinden şüphelenmiyor muydu? ''-her şeyin bir sırası vardır,'' derken gözlerini kısışı, yanlarına geldiği zaman Güler'e kaçamak bakışları... tanıştığı erkeğin o olmadığını anlar anlamaz ayrılacağnı söylerdi. B.'nin bir yanı, Erhan'ın aradığı 'o' olmadığını biliyor, ama zorluyor kendini. ''niye o olmasın? öyle güzel ki...'' yakınlık hoşlanmayla başlıyordu. bir ay önce kantinde Dağlarca'nın Ölü şiirini okurken Erhan'ın gözleri sulanmıştı. belki B.'yi ona yakınlaştıran bu olaydı. ''işte eli bacaklarımda. Nedim de hep etekliğimin altında bacaklarımı sıkardı. yoksa bu da o mu? yılı olmuş. tam bir hafta öpüşmüştük. tın tın...''

bacaklarındaki el gergin, okşamakla kanmamış daha ileri kaydı. kadının sonradan kazandığı o ek-içgüdüyle bacaklarını kıstı. annesi, küçükken orasını kurcaladığını gördükçe eline iğne batırırdı. salt oraya verilen önem... ''dalgın olduk mu gerçek benliğimizle davranıyoruz. ben de öteki nazlı dişiler gibi miyim?'' kendini yeniden koyuvereceği sıra Erhan'ın eli bacaklarından ayrıldı. kinli, istediğine karşı gelinmiş şımarık bir oğlan sesi duydu:

-ne o, yoksa kız mısın?

önce şaştı. ''ah, bu kadarı fazla...'' içinde yıkıcı, acı verici bir deprem başladı. dönüp baktı. şu yakışıklı erkek işte buydu. artık tanımıyordu onu. şiirlerin, kitaplardan kapma büyük sözlerin yapma süsünden sıyrılmış; beylik yargılarla dolu, bayağı. böyleleri için en nemlisi kızlıktı. oysa B.'nin ona vermek istediği şeyin yanında kızlık neydi ki? yarın gidip onların bu kızlık dedikleri şeyi tanımadığı bir erkeğe verecekti. (hey gidi öfke, sen insan aklına daha saçma düşünceler bile getirebilirsin.) yanındaki erkek bunu almanın sorumluluğundan korkar. biliyor, korkaktır o. ona sarılmaktan, onunla öpüşmekten tat aldı diye kendini hor gördü. ''bulaşık bezi. vıcık vıcık...'' onların gözünde bütün kadınlar birdir. amaçlarına götürmekteki başarısı denenmiş o pek rahat 'sıra'larını bozmazlar: önce el tutulur, sonra öpülür, sonra memeler okşanır; en son etekliğin altı gelir. ''ben onun için yeni bir kobayım, bir deney hayvanı...'' birden suya düşmüş gibi üşüdü. Erhan kolunu uzatmış onu yeniden kucaklamak istiyordu. oturduğu sandalyeyi çekti.

-bırak, dedi.

ne işi var burada? işte üşümüş. başı az az ağrıyor. artık perdede konuşanların sesini, seyircilerin öksürüklerini duyuyor. kalktı, paltosunu aldı.

-gideceğim ben.
-ama niye? mantıksızlık bu.
-olsun.
-çıkalım öyleyse.
-hayır, sen kal. seninle çıkmak istemiyorum.

biliyor, kalmayacak; o da onunla çıkmak isteyecek. ''bu korkağın anlayacağı dille konuşayım.''

-yalnız çıkmak istiyorum ben. arkamdan gelmeye kalkarsan bağırırım.
-önemsiz bir söze... ('şşşşt! başka yere...') dedi seyircilerden biri. paltosunu giydi, çıkarken Erhan yarı karanlıkta, gerçekten şaşırmış gibi oturuyordu. B. kapıyı kapadı. karşıda yer gösteren kız hala sakız çiğniyordu. kendine bu ucuz batakhane rehberinin gözleriyle bakınca sarardı.

cadde soğuktu, kalabalıktı. içi bulanıyordu. sanki dudaklarının derisi kabuk kabuk kalkmıştı. yaladı; Ağacami'nin duvarı dibine tükürdü. kusmaktan korktu. geçenler ona bakıyorlardı. yürüdü. ''bu caddenin elbet tenha olduğu zamanlar da vardır. hiç görmedim ben. kim bu insanlar? işten mi dönüyorlar; eğlenceye mi gidiyorlar? şu adamın burnu Gide'in burnuna benziyor. ama nasıl da kasvetliler. bunların içinde 'meçhul denizlerde balık' olmayı isteyen var mı acaba? belki şu hep önüne bakan adam... ne güzel okumuştu bu şiiri. gözleri sulanmıştı. yoksa kız mısın? ya karşıdaki şaşı kadın, durmuş kimi bekliyor? koş, bakayım, koş; kaç bu caddeden. yetişemeyecek. evet, tramvay kalktı. neyse, üzülme, bir başkası gelir alır seni. ama şimdi koştun diye içinde bir utanma var değil mi? taksim demişler buraya. yollar ayrılıyor diyedir. yoksa bu alanda kocaman bir adam büyük bir karatahtanın önünde halka dört işlemden 'bölme'yi mi öğretirdi? dersi bizim Ahmet beyin dersi kadar sıkıcı mıydı? ne der Güler: ''on birden on bir elliye, Ahmet beyin orda uyku kürü.'' o gün kantinde Güler'e kaçamak bakıyordu. Aa! Emine yengem... ama değil; o bu kadar boyanmaz. hem ne arar burda? mudanya'dadır. bugün kimse gelmiyor arkamdan. her sefer sinemadan döndüğüm yol değil mi bu? işte teknik-ün-verme okulu. geçen defa ta evin önüne dek gelen sessiz, gözlüklü çocuk nerde? yoksa farkındalar mı? (bir daha tükürdü.) bu merdivenlerden kayıp bir düşsem. yoksa kız mısın? elbet kızım. yirmi iki yaşındayım. neden 'her şeyin bir sırası vardır' dediği gün kalkıp gitmedim sanki? Güler'e de bakardı. beni daha saf, daha kolay buldu heralde. iyi. uslanmam ben. Dolmabahçe. artık eve geldik sayılır. geç oldu ama. saat... altıya on var. evdekiler şimdi meraklanıyorlardır. koşamam ya. içeri girdim mi üzüntüler unutulur. annemin yüzü güler. babam odadan '-kim gelen?' diye sorar. '-B.' '-iyi, iyi.' hepsi bu. nerde kaldığımı bile sormazlar. bu güvende sıkıcı, küçültücü bir şey var. oysa biliyorum, babam üzülüyor. saat beşi geçti mi aklına binbir kötü şey geliyor. yine de 'çocuklara güven ilkesi'nin dışına çıkmaz. ah, babamın şu 'ilke'leri... sonra odam: masa, karyola kitaplar. benim inim. bu gece bir kapansam oraya. üzgünüm. ama çok kalamam. Sami kapıyı yumruklar: 'yemeğe, yemeğe.' canım istemiyor desem başıma toplanırlar. kadınların neden evlendiklerini anlıyorum: yalnız kalabilmek için.

sağında, Dolmabahçe'nin yüksek duvarları ardında bir vapur düdüğü öttü. solundan ışıklı bir tramvay geçti. karşıdan gelen adam yanından geçerken laf attı.

-yavaş ol şekerim, bir yerini inciteceksin.

bu külhanbeyi şakası üzüntüsüne bir havalanma deliği açtı. ''bugünkü benim son aldanışım olmayacak. insanlara güveniyorum.'' eve varıncaya değin bu duyguyu içinde taşıdı.

(yusuf atılgan/aylak adam/kış/5.bölüm)

hiçlenirim

kill bill'i her izleyişimde, parmak arası terliği çorapla giyen sürtüğün öldüğü sahnede içlenirim hep.
ağlarım.
hem ölsün hem ölmesin isterim.

meiko kaji / the flower of carnage

WHERE DO THE ROCKETS FİND PLANETS.

sabah ilk derslerine hep geç kalan küçük gülşah'ın dramı isimli bir kitap yazacağım.

ilk ders saat kaçta olursa olsun; 08:30, 09:30, 10:30.. farketmez, geleneksel ilk derse geç kalma eylemini gerçekleştirdikten sonra, ikinci dersten güne başlıyorum.
her sabah, uykuya düşkün oluşumu bildiğim tüm güzel küfürlere emanet edip öyle çıkıyorum yola.
zamanında uyandığımdaysa bir şekilde yine gecikiyor herşey; otobüsler gelmemeye başlıyor, tam evden çıkmak üzereyken anahtarımı bulamıyorum, durağa geldiğimde çok önemli birşeyi unuttuğumu hatırlayıp tekrar eve koşuyorum..

ve sonra bir an durup soruyorum kendime:
NEDEN Kİ YANİ

''but with you by my side I can do anything''

bu şarkıyı sevdiceğinizle beraber söyleyin:
the velvet underground - i'm sticking with you

taksi sarısı şemsiyeleri moda yapacağım.
ve evet şemsiye yeminimi bozdum.

we love you, ismet.

spora başladığım ilk gün spor hocamın, evine gittiğinde karısına çocuğuna anlatıp gülebileceği harika anıları olmuştu sevgili gönül dostlarım. nefes alırken bayılma tehlikesi geçiren, hareketleri 1-2-3-4-6-7 diye sayan bir insanla çalışmak her spor hocasına nasip olmaz, bilirsiniz. tamamen ümitsiz vaka iken, bugün spor salonunda bütün ümitlerin bağlandığı insan haline gelişimle ilgili bir kaç söz söylemek isterdim ama konumuz bu değil. (tam da burada çok çalıştım, azmettim, başardım diye devam ettiğimi bir düşün.)

spor iyi bişey olabilir ama eğlenmek daha iyi bişey. o yüzden bu yazının ana düşüncesi 'haydi gelin spor yapalım' değil, şudur: 'bir gidin bakın, eğlenmiyosanız siktir edin.' sağlıklı yaşam falan hepsi bi kenara, eğlencesiz sağlıklı yaşama karşıyım ben. bu yüzden koşu bandında koşarken suratında ''çok eziyet çekiyorum'' ifadesi olan birini gördüğümde ağlamak istiyorum. rahat olun gençler, hiçbirşeyi yapmaya mecbur değilsiniz.

son olarak,
46 yaşında olmasına rağmen -adam babamdan yaşlı beyler- 8 yıldır düzenli olarak spor yaptığı için hala karizmatik ve seksi olan ismet'e buradan bir şarkı armağan etmek istiyorum:

ismetçim, 'hayat hiç de adil değil' diyen erkeklerin parmakla göstereceği bir örnek niteliğinde olduğunu bilmelisin tatlım.

it's me.

kazak ve ceketle üşüyen benim.
falling diye şarkı yapıp, denizin boyumu aşan yerlerinde derinden yürüyormuşum gibi hissetmeme neden olduğu için civil wars'a kızan benim.
''inleyen nameler''i ''inmeyen nameler'' diye söyleyen arkadaşı olan benim.
otobüs, banka gibi münasebetsiz yerlerde bağırarak şarkı söylemek isteyen benim.
çünkü,
ÇOK SIKILIYORUM LAN
.

bide odam tarçın kokuyor.